Psikolojik Dayanıklılık: Ruhun Direnci

Psikolojik Dayanıklılık: Ruhun Direnci

“Çok mutlu bir hayat yaşadım, ancak mutlu olduğum tek bir hafta bile hatırlamıyorum”.

İyi hissetmenin sadece deneyimlerimizle değil, yaşadığımız olumsuzluklara yüklediğimiz
anlam ve bunlarla mücadele etme şeklimizle de ilişkili olduğunu getiriyor akla Alman şair Goethe’nin
bu cümlesi.

Etrafımızdaki insanların olumsuz veya travmatik hadiselere birbirlerinden ne kadar farklı
tepkiler verdiğini; aynı duruma maruz kalan bir kişinin aşırı tepki verip etkilenirken, bir diğerinin ise
kolayca üstesinden gelip yeni şartlarına uyum sağlayabildiğini gözlemlemişizdir. Veya pek çok hayat
öyküsünde zor koşulların kişiye uzun vadede ne kadar gelişme kat ettirdiğini görüp; zorlukların
geliştirdiği, güçlendirdiği nice dönüşüm ve “büyüme hikayesi” okuyup dinlemişizdir. Ancak
olumsuzluklara karşı bu bakış açısı gittikçe değişmeye başladı.

Zamanın ruhu; gazeteler, reklamlar,
kişisel gelişim kitapları ve sosyal medya salt mutlu, olumsuzluklardan uzak, gösterişli ve zengin bir
hayatı güzellemekte: “Mutlu olmak elinde!”. Yaşamımızdaki olumsuzluklardan adeta bir veba gibi
kaçıp, kendimizi mutlu etmenin yollarını arıyoruz. “Akıllı” ekranlara, başkalarının yaşamlarına bakıp
kendimizi “uyuşturmakla” meşgulüz. Avusturyalı antropolog ve dilbilimci Wilheim Schmidt’in
“mutluluk tahakkümü” olarak adlandırdığı gibi, olumsuz deneyimlerden kaçıyor, panikliyor ve bu
tuhaf hazcılık halini sürdürebilmenin peşine düşüyoruz.
Bu sağlıksız mutluluk yanılgısından ziyade son otuz yıldır psikolojik bütünlüğümüzü besleyen
ve tanımlayan önemli bir kavram var: Psikolojik dayanıklılık.
Çeşitli kaynaklarda, psikolojik sağlamlık, kendini iyileştirebilme, zorluklara karşı koyabilme,
kendini toparlama gücü olarak da ifade edilen bu kavram özünde; olumsuzluklardan kaçmaktan veya
“pembe gözlükler takmak”tan çok “başa çıkabilme ve mücadele etme gücümüzü” ön plana çıkarıyor.
Hayatı her yönüyle göz önünde bulundurarak içsel ve çevresel destek kaynaklarımızı kullanıp zorlu
koşullardan güçlü çıkabilmeyi, direnç gösterebilmeyi, değişim karşısında esneklik gösterip adapte
olabilmeyi esas alıyor. Dolayısıyla bir yönüyle psikolojik dayanıklılık kaynaklarını, dışarıdaki “doğal”
afetlere karşı bir evi sağlam tutan, ayakta kalmasını sağlayan kolonlar gibi düşünebiliriz. Afetleri
engelleyemeyiz belki ama evimizin sarsılıp yıkılmasını engelleyebiliriz.

1955 yılında Amerikalı gelişim psikoloğu Emmy Werner, Ruth Smith ile birlikte yürüttükleri
araştırma kapsamında Kauai Adası’nda doğan çocukların psikolojik durumlarını incelemişlerdir. Kırk
yıl süren bu araştırmada, çok çeşitli fiziksel, duygusal ve psikolojik zorluklara rağmen bazı çocukların,
diğerlerine göre yıllar geçtikçe daha fazla direnç gösterdiği, ruhsal olarak daha kolay toparlanıp
değişen koşullara daha rahat uyum sağlayabildikleri görülmüştür. Yani, özümüzde dış dünyanın
koşullarına bizi uyumlu hale getiren bir tür direnç kuvvetimiz var. Psikolojik dayanıklılık olarak
adlandırdığımız bu kuvvet, bazı kaynaklarda (Ping, 2012) bambu ağacına benzetilmiştir. Bazı
kültürlerde inşaat malzemesi olarak kullanılan bambu ağacı yapı olarak katı olmayışı; eğilip hareket
etme esnekliğine sahip olması ve her şarta uyum sağlayabilmesi ile bilinir. Bu metafor, Japon
atasözlerine de konu olmuştur: “Esneyen bir bambu, dirençli bir meşeden daha güçlüdür”. Bu noktada
belki de üzerinde durmamız gereken esas hususun, elimizdeki bu gücü arttırabilmenin yollarını aramak

olacaktır. Bu anlamda hayatımızda risk faktörlerini dengeleyecek ne kadar fazla koruyucu ve telafi
edici kaynaklarımızın olduğunu gözden geçirmemiz gerek.

Dayanıklılık üzerine yapılan birçok araştırma, kontrol edebileceğimiz en önemli faktörlerden
birinin samimi anlamda sosyal ve toplumsal bağlar kurabilmek olduğunu işaret eder. Buna göre;
ailemizden, arkadaşlarımızdan ve akrabalarımızdan kabul görmek, sosyal çevre ile iyi ilişkiler içinde
olmak, aynı zamanda da eğitsel, sportif, sanatsal veya kültürel sosyal bir grup ve faaliyet içinde yer
almak psikolojik dirence katkıda bulunmaktadır. Ancak yaşadığımız çağda nitelikli bir sosyal
yaşantıya sahip olmanın gün geçtikçe zorlaştığını ne yazık ki görmekteyiz; iletişim ve ilişki gittikçe
doğasını kaybediyor. Kendi narsistik dünyasına ve imajına dönen insan, esas sosyal bağlarından
koparak benliğini profil sayfaları üzerinden inşa ederek hapsetmiş vaziyette. Bununla birlikte insanlara
yakınlığın, güven ve emniyet duygularının zedelendiği ortamlar da kişileri yalnızlığa ve
benmerkezciliğe itmekte. Artık daha stresli işlerde çalışıp rekabet etmek ve zaaflarımızı her daim
gizlemek zorunda kalıyoruz. Daha az dinliyor ve dinleniyoruz. Bu anlamda, sosyal ilişkilerimizin
niteliğine ne kadar ket vurulursa ruhsal direncimizin de paralel bir şekilde etkilenebileceğini hatırda
tutmak gerek.

Ruhsal dayanıklılığı destekleyen bir diğer önemli faktör ise “fiziksel dayanıklılık”. Pek çok
araştırma, yeterli uyku uyuyamadığımızda, beynimizin değişimlere uyum becerisini (nöroplastisite)
güçlendiren fonksiyonlardan yoksun kaldığımızı, strese karşı dayanıklılığımızın azaldığını,
hayatımızdaki stres faktörlerini olduğundan daha güçlü algılamamıza yol açtığını açıklıyor. Yeterli
uyumanın yanında düzenli uyumanın da önemi büyük; vücudumuzun biyoritmine ve biyolojik saatine
uygun olarak uyuyup uyanmak, pek çok fizyolojik ve psikolojik olumsuzluklara karşı güçlendiriyor.
Bunun sebebi ise aslında belirli saatlerde beynimizdeki pineal bezden sentezlenen melatonin hormonu.
21.00- 22.00 saatlerinde salgılanmaya, 02.00- 04.00 saatlerinde en üst seviyeye ulaşıp sabah 05.00-
07.00’de azalmaya başlayan ve 07.00’den sonra bazal seviyelere düşen bu hormon hücrelerin
yenilenmesi, bağışıklık siteminin güçlenmesi, stresten kaynaklanan aşırı kortizolun dengelenmesi ve
stresle mücadelenin, dış etkenlere karşı direncin çoğalmasını sağlıyor. Dolayısıyla hem hafta içi hem
de hafta sonu aynı vakitlerde uyuyor ve uyanıyor olmamız vücudumuzun doğal dengesinin
bozulmaması açısından önem teşkil ediyor.

Ruhsal dayanıklılığı etkileyebilecek bir diğer bileşen de egzersiz ve spor. Sporun, ruh sağlığı
üzerindeki olumlu etkisi artık bilinen bir gerçek. Üstelik depresyon tedavilerinde de muhakkak tavsiye
edilen önerilerden biri. Fiziksel egzersiz, beyinde yeni sinir hücrelerinin oluşumunu; aynı zamanda
beynin nörobiyokimyasının (dopamin, serotonin, noradrenalin seviyelerini) değişmesini sağlıyor.
Bilhassa kentsel yerleşimlerdeki hareketsizliği telafi edebilmesi açısından özellikle genç yaş grubunun
günümüzde daha çok sportif faaliyete yöneliyor olması oldukça sevindirici bir gelişme. Ancak aynı
şeyi çocuklar için söyleyemeyebiliriz. Maalesef, eski mahalle kültürünün kalmayışı, ebeveynlerin –
haklı olarak – çocuklarını sokağa yollarken endişe duyması üzerinde durulması gereken bir husus.
Özellikle çocuklara, fiziksel enerjilerini açığa çıkarabilecekleri alanlar ve ortamlar yaratılması; okul
gibi vakitlerini yoğun geçirdikleri ortamlarda fiziksel imkanların arttırılması oldukça kritik bir öneme
sahip.

Spor ile birlikte ele alınması gereken bir diğer husus ise doğru beslenme. Paketli, rafine ve
şekerli ürünlerin bilhassa çocuklarda ve tabii ki yetişkinlerde de tüketiminin dikkatli bir şekilde
yapılması, beden sağlığıyla birlikte ruh sağlığı için de gerekli. Hatta pek çok araştırma, belirli ruhsal
problemlerin belli başlı beslenme bozukluklarıyla ilişkilendirilebildiğini ifade ediyor (diyabet,
hipoglisemini, glikoz tolerans bozukluğu vb.). Dolayısıyla beslenmenin fiziksel güce ek olarak ruh
sağlığımızı yapılandırıcı bir faktör olduğunu göz ardı etmemek gerek.

Psikolojik dayanıklılık kavramına yeniden dönersek şunu sık sık kendimize hatırlatmalıyız:
Dirençli ve dayanıklı insanlar, hiç problem yaşamayan insanlar değildir. Düştükten sonra kalkabilen,
zorluklara karşı esnekliğini koruyabilen insanlardır, tıpkı bir “bambu ağacı” gibi. Ayrıca, ruhsal
direncin “sadece” doğuştan getirilen bir özellik olmadığını, sonradan da bu kuvvetimizi
arttırabileceğimizi, çevresel destek kaynaklarımızla kendimizi güçlü tutabileceğimizi unutmamak
gerek. Bu aşamada “acıdan kaçmaktan çok acıyla mücadelenin”, “acı çekiyorum” yerine
“direniyorum”un daha doğru bir bakış açısı olacağını ifade edebiliriz.

Kaynaklar
Çam, A., Erdoğan, M. F. (2003). Melatonin. Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Mecmuası; 56:103 –
112.
Fu, Ping. (2012). Bend, Not Break: A Life in Two Words. Penguin UK.
Ertuğrul, A., Rezaki, M. (2004). Uyku nörolojisi ve bellek üzerine etkileri. Türk Psikiyatri Dergisi,
5(4), 300-308.
O’Donovan G., Blazevich A.J., Boreham C., Cooper A.R., Crank H., Ekelund U., Fox K.R., Gately
P., Giles-Corti B., Gill J. M. (2012). The ABC of physical activity for health: A consensus statement
from the British Association of Sport and Exercise Sciences. J. Sports Science; 28: 573–591
Özçelik, F., Erdem, M., Bolu, A., & Gülsün, M. (2013). Melatonin: Genel özellikleri ve psikiyatrik
bozukluklardaki rolü. Psikiyatride Güncel Yaklaşımlar, 5(2).
Özgüner, F., Özcankaya, R., Delibaş, N., Koyu, A. & Çalışkan, S. Melatonin ve klinik
önemi.(1995). Süleyman Demirel Üniversitesi Tıp Fakültesi Dergisi; 2:1-6.
Pedersen, R., Regina, S., Troxel, W. & Geyer, L. (2015). Increasing Resilience through Promotion
of Healthy Sleep among Service Members. Military medicine .
Sothmann, M. S., Hart, B. A., & Horn, T. S. (1991). Plasma catecholamine response to acute
psychological stress in humans: Relation to aerobic fitness and exercise training. Medicine & Science
in Sports & Exercise, 23(7), 860-867.

Bir yanıt yazın